Öykü

Yuvarlanmaca

Yuvarlanmaca

28 Oca 2024

Yuvarlanmaca

Önündeki tabağa, masada duran tüm yemeklerden alıp afiyetle yemeye başladı. İçli köfteden üç tane, cacıktan iki kâse ve çorbadan dolu dolu bir kâseyi dakikalar içerisinde midesine indirdikten sonra gayet keyifle arkasına yaslanıp bana döndü. Ben yemek yemeye henüz koyulabilmiştim. Lokmamı bile bitirmemi beklemeden söze girdi.

“Meryem olmuyor be,” dedi geğirerek. Yemek yemekten vazgeçip ben de arkama yaslandım. Beraber geçirdiğimiz onca yıl, onun bu cümlesiyle beraber gözümün önünde canlanmaya başladı. “Olmuyor…” Sevgili olduğumuz ilk zamanların anıları öylece mutfağın duvarına gelip kuruldu. Çocukluğumuz, tüm masumiyetiyle bana gülümsüyordu. Ben geçmişimizi izlerken, o dişini cebinden çıkardığı bir kürdanla kurcalamaya koyuldu. Mutfak duvarında canlanan ilk anım şöyleydi:

Çocuktuk daha… Ben dokuz, Hakan on iki yaşındaydı. Onların evine televizyon izlemeye gitmiştik. Bizim evde henüz televizyon yoktu. En çok da yaramaz farenin kediye yapacaklarını merak ediyorduk. Evin önüne geldiğimizde Hakan bana, “Önce camdan içeri bakalım, kalabalıksa girmeyelim tamam mı?” demişti ve ben kafamı ‘evet’ anlamında birkaç kez sevinçle sallamıştım. Ayaklarımızın üzerinde kalkarak, cama tüneyip panjurlara tutunmuştuk. Odanın içindeki açık televizyonda düz bir damın üzerinde üst üste duran bir kadın ve erkeğin yuvarlanarak öpüştüklerini görmüştük. Utanarak kıkırdamış bir yandan da merakla evin içini izlemeye devam etmiştik. Keşke etmeseymişiz. Yerdeki halıda televizyondakinin aynını yapmaya çalışan Hakan’ın annesi ve babası vardı. Hakan’ın babası bir yandan merakla televizyona bakıyor, öbür yandan da televizyondaki filmden gördüğü üzere karısını düşürmeden, öperek yuvarlamaya çalışıyordu. Ayıp bir şeyler döndüğünü azıcık anlayıp bir müddet kıkırdayarak gülüşmüştük. Ta ki Hakan’ın annesi bizi fark edip kocasını üzerinden hızla atana kadar… Kadın panikle yerde duran yazmasını eline alıp ayağa fırlayarak halay çekmeye başlamıştı. Artık olanları anlamakla uğraşmıyor katıla katıla gülüyorduk. Kadının çıplak memeleri oynadıkça sallanıyor ve kocası da en az bizim kadar şaşkınlıkla karısını izliyordu. Hakan’ın babası gayri ihtiyari cama dönüp bizi fark edince, koşarak oradan uzaklaşmıştık. Günün kalan kısmında kızarık yanaklarla gülüşüp durduk. Hakan’ın babası şayet bizi yakalasaydı fena döver ve o zaman muhtemelen her yanımız kızarırdı, biliyorduk.

Ertesi sabah yine Hakan’la oynamak için evden çıkmıştım. Hakan “Gel bizim damda oynayalım,” demişti ve ben bu teklifini yine, keyifle kabul etmiştim. O benim tek arkadaşımdı.  Zaten ne derse asla karşı koymaz, her koyduğu kurala katiyen uyardım. Her zamanki gibi o gün de oynayacağımız oyuna Hakan karar vermişti. Bu seferki oyunu evcilik, saklambaç, misket yuvarlamaca değildi. “Yeni bir oyun buldum,” demişti sırıtarak.

“Oyunumuzun adı: Damda yuvarlanmaca.”

 Kaderin bizi bağlayacağı oyun, diyecektik beraber tüketeceğimiz yıllar içinde buna. Heyecanla kabul etmiştim onun yeni oyun teklifini. Hakan üstte, ben altta yuvarlanmaya başladığımız an, babam bizi görüp adeta kıyameti kopartmıştı. Oyunun en güzel yerinde yakalanmanın şaşkınlığı ve mahcubiyeti içerisindeydik.

 Mutfak duvarına vuran bu siyah beyaz renkli çocukluk anımı gözlerim dolu dolu ve bir miktar da keyif alarak izlemeye devam ettim. Hakan genzini temizlemek için bir, iki kere öksürdü. Bölmek istiyordu anılarımı. Severdi zaten her şeyi eliyle aralamayı ve sonra ortada yarım bırakıp toz olmayı.

“Ha bu arada eline sağlık ama yemekler kötüydü,” dedi. Her zaman böyle derdi. Önce afiyetle yer, sonra kırk tane kusur bulurdu. Yani son birkaç yıldır böyle bir adam olup çıktı. Durmadan söylenen, hiçbir şeyi beğenmeyen biri olmuştu.

“Neyse, zaten mevzuumuz çorbanın tuzu, köftenin inceliği değil Meryem. Gerçi eminim sen de biliyorsun neden olmuyor dediğimi,” dedi. Bunları söylerken yüzünde üzülmenin kırıntısı bile yoktu. Biliyordum, evet. Olmayan neydi, onu gayet iyi biliyordum. O yüzden konuşmanın devamını sabırsızlıkla beklemedim. Hatta sussun diye içten içe dualar ettim. Bu olmayanın ne olduğunun sinyalini aylardır ısrarla veriyordu. Ciddi bir yatak odası kavgası başlamıştı aramızda. “Tatmin olamıyorum Meryem. Şu pozisyonda durmalısın, duramıyorsun. İstediğim gibi avuçlayamıyorsun. Emanet gibi tutma, kavra, daha sık, yala be kızım…” diyordu. Sürekli buna benzer cümleler kurup duruyordu. Sonra işimiz bitmeden hızlıca giyinip kapıyı çarpıp çıkıyordu. Giderken ettiği küfürleri duyuyor, ardından boş odada hıçkırarak ağlıyordum. Her gece terk ediliyordum ve en acısı ben de bu durumu hızla benimsiyordum. Hâlbuki alışmak, kabullenmek ve kaybetmek her zaman peş peşe gelen şeylerdi, biliyordum.

Dün gece artık, “Yeter Hakan! Kaç yıldır beraberiz, senin ilkin benim, benim ilkim sensin. Bunları nereden öğrendin sen be?” diye çıkıştım. Çünkü ben bilmiyordum. Onun da bilmemesi mantıklıydı bana göre. Sonunda sesimi çıkartmıştım ve biraz olsun rahatlamıştım. Hakan bunun üzerine, “Sen beni neyle suçluyorsun? Sen beceriksizsen bu benim suçum mu? Şişme bebek gibi yatıyorsun. Senin gibi mal değilim. Bilmek için tecrübe etmeye gerek yok,” demiş ve yine kapıyı çarparak çıkıp gitmişti. 

Yatakta bir başına, çırılçıplak kalmak düşmüştü yine payıma. İşte, ne yazık ki son iki aydır bunlarla baş ediyor, istediği pozisyonları denerken yere düşüyor yahut yolduğu saçlarımın ağrısını günlerce çekiyordum. Yine de karşısına dikilip ‘olmuyor be Hakan’ demedim hiç. Hatta bırakın söylenmeyi, mücadele bile ettim. Hakan’la farkımız buydu; o kaçardı, ben kalıp çözümler bulur ve sorunu tamamen ortadan kaldırırdım. Bundan sebep son iki aydır türlü türlü video izlemeye, mahallenin bu konuda en usta kadını olan, karşı binadan komşum Zehra’ya akıl danışmaya başladım. Zehra’nın önerdiği gibi bir dünya dantelli, renkli, iç çamaşırı alıp ısrarla Hakan’la sevişmeye çabalıyordum. Hakan giydiklerimi bile görmüyor, bir pozisyondur tutturmuş gidiyordu. Ama bana göre nankördü Hakan, kör ve de doyumsuzdu. Olmuyordu! 

Gözlerim duvarda ısrarla oynayan çocukluğumuza kaydı yeniden.

 Babamın damda bizi o vaziyette görmesinden sonra Hakan hızla kaçmıştı ve ben korkunç bir dayak yemiştim. Yetmemiş gibi bir de ev cezası almıştım. Babam anneme bağırarak: “Sahip çık kızına, oğlanın altından aldım, senin yüzünden!” demişti ve ardından annem de bir temiz dayak yemişti babamdan. Kapıyı çarpıp çıkan babamın ardından annem ağlayarak, “Sen kimleri alıyorsun acaba altına her gece,” demiş ve hıçkırıkları arasında yatağına yatmıştı. İşte o akşam deli gibi çözüm aramış ve nihayet bir şey bulmuştum. Cami hocasının dediği gibi Allah’la konuşacaktım. Fakat konuşurken gülerim, olmaz diye mektup yazmaya karar kıldım. Allah’a mektup yazıp babamın çok kötü olduğunu, beni, annemi, hatta herkesi dövdüğünü, göbeğini karıştırıp pis elleriyle yemek yediğini ve horladığını bildirmiş, Allah’tan onun belasını vermesini istemiştim. Annemin dediği gibi de ‘boynu altında kalsın inşallah’ diyerek mektubumu bitirip ertesi sabah rastgele bir ağacın altına gömmüştüm. Dört gün sonra babam trafik kazası geçirip boynu altında kalmak suretiyle can verdi. Annem komşularla beraber önce ağlaşmış, ardından ev boşalınca, saçını başını açıp keyifle sigarasını tüttürmüştü. Annem o gün çok güzel olmuştu.

Çarpan kapının çıkardığı o tok sesle, dalıp gittiğim çocukluğumun kaçak tütün kokulu evinden hızla geri döndüm. Mutfak duvarı hızla kararıp üstüme üstüme yıkıldı. Evet, Hakan geri gelmemek üzere kapıdan çıkmış, gidiyordu. Bir müddet mutfakta öylece kalakaldım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Hakan olmadan ne yapmalıydım, bunu henüz öğrenmemiştim. Şimdi kapıyı açıp ‘kalk kız mutfağı toparla, çay koy sonra,’ filan demesi gerekiyordu. 

Sessizlik…

Uğuldayan yalnızlığımda bir başına kırgınlığımla kalakaldım. Ardı çaresizlik oldu, çaresizlik her yanımı hızla ele geçirdi.

Hakan’ın boş tabağına peş peşe içtiğim sigara izmaritlerini basıp sofrayı toplamadan içeri geçtim. Toplamayacaktım ortalığı, yeterdi artık, ben de bıkmıştım. Kapıyı çarpıp çıkamayan her zaman daha çok bıkandır oysa, biliyor muydu bunu Hakan? Sanmam. Her an yuvalarından taşacak gibi duran gözyaşlarımla kavgaya tutuştum. Ben şüphesiz her şeyi kaybediyordum. Gözlerimle tutuştuğum kavgayı bile an itibariyle kaybettim. Kendimi kanepeye atıp bağıra bağıra ağlamaya başladım. Sanki Hakan sesimi duyup koşarak gelecekti. Hem korkak hem de son derece kararlıydı oysa Hakan, gelmeyecekti artık, biliyordum. Umut ne acı şeydi böyle. Odanın havası keskin, acımsı.

İlk aşkımdı o benim, hatta tek aşkım... Onsuz nasıl yaşanılır onu bile bilmiyorum ben. Kuruyup giden bir ağaç kökü gibiyim şimdi. Her sorunu göğüsleyip çözen çocuk Meryem kayboldu… Beni ele geçiren çaresizlikle baş edemiyor, ‘Hakan’ diye salya sümük ağlıyordum. En iyi yaptığım şey de buydu. Çünkü güçsüzdüm ben. Komutsuz ne yapması gerektiğini bilmeyen bir şişme bebektim. Güveni yırtık, onaylanma ve beğenilme için kendini kırk yerinden yamalayan bir zavallıydım. Eksiklerimi, söküklerimi gizleyemiyor bu şekilde rengârenk yamalarla kendimi her gece o yatağa koyuyordum. İşte, Hakan deliklerle dolmuş ruhumu bile görmüyor, pozisyon deyip duruyordu. 

Çalan telefonun sesiyle yerimden fırladım. Pişman olup aradı bak işte, diye diye telefonu ahizeden kaldırıp kulağıma koydum.

“Alo, Hakan, canım… Çay koyayım mı, gelecek misin? Gel, her şey güzel olacak bak, söz veriyorum,” dedim.

Ben cümlelerimi art arda sıralarken annem: “Ayol ne oluyor kızım sana, ne Hakan’ı?” dedi. İrkildim. 

“Kızım Meryem, yavrum ne oluyor? Anlat bakalım ama ağlamadan bak,” diyen annemin sıralı cümlelerini kesip bir çırpıda anlattım olanı biteni. Derince soluyan annemin sesi kulağıma dolunca biraz sakinleşmiş gibi hissettim.

“Kızım Allah’ a mektup yaz, yaz ki çözsün. Üzülme Hak haklıyla beraberdir. Hem sen bilirsin Allah’a yazmayı. Ah kızım, keşke bana okuma yazmayı öğretseydin de ben de yazsaydım,” dedi. Biliyordu annem; Allah kendisine ulaşan mektubumla tüm sıkıntımızı bir boyun kırmayla çözmüştü. Ümitli olması bundandı.

 Telefonu kapattıktan sonra rahatlamış gibiydim. İlkin ağlamam geçti, ardından kendime, aslında çok da üzülmemeliyim, ne gerek var, diye fısıldadım. Sonra, zaten çok da sevmiyordum onu, hatta azıcık bile sevmiyordum. Bitirmiş sevgimi, artık tanımıyorum bile onu. Hem doğru düzgün banyo bile yapmaz, kirli çamaşırlarını top yapıp ortalığa atar, Allah için bana da bir çift güzel söz söylemez ki Hakan. Nesini seveceğim onun ben be! Meryem bak kendine, nasıl güzel, zarif ve alımlısın,” dedim. Az önceki fısıldamamın aksine bağırarak konuşuyordum. Kendime hak vermeye ihtiyacım vardı. Kurumuştum; hemen yeşillenmeli ve belki çiçeklenmeliydim artık.

Yatak odasına geçip Zehra’yla beraber aldığım geceliği üzerime geçirdim. Bunun aynısının bir beden küçüğünü de Zehra almıştı. Saçlarımı fönleyip makyaj yaptım. Gerçekten çok güzeldim. Hakan kaybetti işte, altı üstü istediği gibi sevişemiyorum diye terk etti dünya güzeli beni. Hâlbuki ilk seviştiği bendim. Nankör! Annemin dediğini yapmak üzere yatak odasından koşarak çıkıp çalışma odasına geçtim. Hakan’ın artık hiç mi hiç kurtuluşu yoktu.

Allah’a yollamak üzere derdimi en kısa ve sade cümlelerle yazmaya koyuldum. Tamı tamına dört sayfa oldu mektubum. Bazı yerlerinde ağlamış ve kelimelerin okunurluğunu bozmuştum. Fakat emindim, Allah seçerdi silinenleri. Mektubun sonunu şöyle bitirdim: “Güzel Allah’ım, tez zamanda onun belasını ver, elini ayağına dola, asla bir kadına dokunamayacak hale getir onu, inşallah.”

Böylelikle ömrü hayatımda Allah’a ikinci mektubumu da yazmış oldum.

Ertesi sabah uyuyakaldığım çalışma masasından her yanım ağrıyarak kalktım. Üzerimi değişip dışarıya çıktım. Yürüdüm, epey mesafe yürüdüm. Deniz kenarına varınca durup bekledim. Etrafta kimselerin olmadığından emin olunca da mektubumu denize attım. Adam öldüren bir suçlu edasıyla oradan kaçarak uzaklaştım. O hızla eve kadar koşmuşum. Soluğum nabzımdan fırlıyordu. Akşama kadar temizlik yapmadan, özgür olmanın keyfini sürdüm. Akşam, Hakan’ın beğenmediği ama hayvan gibi yediği yemeklerden kalanı ısıtıp yedim. Sigaramı ve kahvemi alıp balkona çıktım. Biraz üzgün olsam da genel olarak rahatlamıştım. Tam sigaramı yakıp ayaklarımı uzatmıştım ki karşı binadan bağırtılar koptu. Oturduğum yerden kalkıp olan biteni anlamaya çalışarak etrafı izlemeye koyuldum. Giderek netleşen bağırtılardan çok iyi tanıdığım Zehra’nın sesini seçmiştim. Zehra’nın evinin balkonu tam da bizim balkonumuzun karşısına denk geliyordu.

Tüm sokak camlara, balkonlara çıktı. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir anda esen rüzgâr Zehra’nın odasının perdesini araladı. Belli belirsiz çıplak bir kadın, çıplak bir adam ve ayakta giyinik bir adam belirdi. Herkes soluğunu tutmuştu benim gibi. Bağırtılar iyice yükseldi ve işte o an kendini çırılçıplak balkona atan Hakan’ı gördüm. 

Dilimden dökülen, ‘vay pezevenk’le yüreğimin derin sızısı buluştu. Sonra, beraber aldığımız kırmızı geceliğiyle Zehra fırladı balkona. Arkadan küfürler ede ede Zehra’nın kocası geliyordu. İlk şoku atlattım ve balkon demirlerinin üzerine eğilerek bağırdım.

“Hakan, halay çekin kocacım, kurtulursunuz!”

 Hakan bana baktı, çıplak önünü eliyle kapattı. O sırada Zehra’nın kocası elinde bıçakla balkona fırladı. Adam ikisini de doğramaya kararlı görünüyordu. O korkuyla balkondan önce Zehra, ardından da Hakan atladı. 

Hakan, Zehra’nın üzerine düştü. Bir müddet yerde yuvarlanmaca oynamalarını bekledim.


Meral Çiçeklidal