Öykü

Yağlı Kömbe

Yağlı Kömbe

14 Şub 2024

Yağlı Kömbe

Otobüsteki genç bizim oralardan olmalı. Dar kavisli suratından, nemsiz güneşin yaktığı buğday teninden, kuzguni siyah gözlerinden “bizim ora” akıyor buram buram.

Çantasından çıkarıp parça parça bölerek yediği kömbeye nasıl baktıysam, “Yen mi abi?” diyor, ait olduğu yörenin en candan haliyle. Canımın isteyişinden değil bakışlarım, dalmışım. Kömbenin bölündükçe uzayan, tel tel ayrılan hamurunda ayrılır mı insan parçalarına? Onaydı şaşkınlığım.

Benden cevap gelmeyince işitmediğimi düşünüp tekrarlıyor, “Abi yen mi?” Cevap verdikten sonra, devamı gelecek muhtemelen “Yolculuk nereye abi? Sen şu köyden misin? Pek benzemiyon bizim buralılara…” Bu muhabbetten kaçamayacağımı anlıyorum. Otobüs ağaçsız, boz kahve iki dağın arasındaki manzarasız manzarayı dele dele ilerlerken, oğlan ağzımdan çıkacak yanıtı bekliyor pürdikkat.

“Yok sağ ol,” diyorum, kısa ve kupkuru.  Benden çıkıp ona çarpan ses tonumu duyunca ilgisi artıyor büsbütün. Suratıma kayıyor tüm bakışları. Bastıramadığı merak dürtüsünü kartalı andıran keskin bakışlarından anlıyorum. Bakışlarından üzerime fışkıran, parlak, bir o kadar da garip ışık huzmesi rahatsız ediyor beni. Kafamı çeviriyorum, gri asfaltın kader çizgisi gibi aktığı yere. Yıllar önce bıraktığımla aynı her şey. Yeri değişmemiş. Otobüsteki koku da dahil bunlara. İnsanlardaki sıkışmışlığın, tutundukları dalların tek tek kopuşunun, kaderlerine olan isyanın kokusu. İyi bilirim.

Gözüm oğlanın alnına takılıyor bir aralık. Siyah gözlerini gölgeleyen tuhaf bir çıkıntı var, alnının üst tarafına doğru. Babam geliyor aklıma. Onun da alnı çıkıntılıydı, dedemden miras. Sert bir ifade katardı ona. Sert ve asla taviz vermeyen. Alnındaki bu çıkıntı, onun yanında çıkıntılık yapmamızı kati suretle engellerdi. Cesaret edemezdik. Babamsa cesaret ederdi her şeye. Başkalarına çıkaramadığı sesi oluverirdik bir anda, çarpa çarpa titreşirdik havada. Titreştikten sonra dağılır, yeryüzüne inerdik.  Köyün sabahçı kahvesinde öğrendiği, asla uygulamadığı dini kuralları öğreterek sevap kazandığı evlatlarına dönüşürdük sonra. Onun öğretemediği ya da ne yaparsak yapalım bizim öğrenemediğimiz ne varsa beynimize çakana kadar uğraşırdı. Sobanın yanında duran, ucu yarı yerine kadar yanmış değnek girerdi devreye bazen.  Ona göre en çok ben eğitilmeliydim. Çünkü ilk çocuğuydum ve adım İsmet’ti.  

“Ahlaki değerlere bağlı olan, dürüst kişi”

Adımın hakkını vermeliydim.

Kamyon şoförüydü babam. Erkek çocuklarının kutsal sayıldığı topraklarda dört çocuklu bir ailenin tek erkek evladıydı. Dünyadaki yegâne amacı, ha bire modelini değiştirdiği kamyonunu en güvendiği çocuğuna devredip rahata ermekti ya hayat bu noktada hüsrana uğratmıştı babamı. Halalarımdan kaçırdığı mirası yerken, şans altın tepside gelmişti de, kamyonun direksiyonuna oturacak -ona göre-  bir çocuğu dünyaya gelmemişti.

Babam, memleketin en ücra köşesinden en bilindik köşesine fersah fersah gezerken kamyonuyla; annem sarının tonlarından başka renk barındırmayan, yazları aşırı sıcak ve sıradan, kışlarıysa insanın damarlarındaki kanı dondururcasına soğuk ve ondan daha sıradan bu köyde babamı beklerdi. Beklemekten yorulur mu insan? Annem yorulurdu. Öyle bir yorulmaydı ki bu, bitmek bilmeyen yollar, lastikleri aşındıran kilometreler annemin yapamadığı ev işleri olarak geri dönerdi bana. Boyumdan büyük ev işlerinden arta kalan zamanlarda okula uğrardım. Okul, üstü bolca çizili, dönemin dizi yıldızlarının baş harflerinin kazılı olduğu arka sıralarda dinlenmekti bana göre. Bir diğer dinlenme mekânım da Almancı hemşerimizin hayrına yaptırdığı camiydi. Kadınların, tarla tapan işlerinden uğrayamadıkları camii bomboş olurdu. Almancı, paraya kıyıp halı da döşetmişti ki, sobanın önünde kıvrılıp yatmaya bire bir. Soğuğun, kulaklarda uğuldadığı bir gün, uzandığım yerden işittiğim şu sözler mıh gibi işlemişti beynime.

İnsanın yaratılıştan gelen özellikleri değiştirmeye çalışması dinen yasaklanmıştır.” 

“Peki ya yaradılışının içinde sıkışmışsan? Bedenin ait değilse sana, elinde olmadığı halde…”  Gerisini tamamlayamadığım soruları sormaya hiçbir zaman cesaretim olmadı.

***

Dünyaya gözlerimi kız olarak açmışım ben. Ailemin ilk çocuğuydum. Babam, ardımdan gelenler erkek olsun diye erkek adı koymuş bana; “İsmet.” Benden sonra gelenler de adımın konulma sebebiyle dalga geçer gibi kız olmuştu.

Çocukluk anılarım dayakla normalin ufuk çizgisi gibi birleşmesinden mütevellitti. Çocuk olmak buydu bizim evde çünkü. Duyulmamak, görülmemek, üstüne basılıp geçilmek... Çocukluk anılarımın rengi siyahtı, hamamlıktan içeri sürekli su dolan oturma odasında yaşanmıştı. Yaşanması gereken ne varsa. Yediğim dayaklar örneğin. İlki, dayımın oğlu sünnet olurken “ben de sünnet olmalıyım,” diye ağladığımdaydı. Sünnet olmak nedir bilmezdim oysa. Ağlayışım onun benden fazla olan organı için yapılan kutlamayaydı. Bende olması gerekirken esirgenen organın eksikliğineydi ya da. İkinci dayağımı, toprak damı süpürmeyip oğlanlarla yuvarlana yuvarlana misket oynadığım için yedim. Sonrakileri sayamadım zaten… Bunların hepsi aynı yerdeydi; hamamlıklı oturma odasında.

Uğruna sıra sıra dayak yediğim oğlanların yanında ne kadar mutluydum. Özgürdü onlar. Sıkışıp kalmıyorlardı kerpiç evlerin, karanlık izbe köşelerine. Paslı iğnenin kütleşmiş ucunu kumaşa geçirmeye çalışmıyorlardı ellerine bata bata. Gidecekleri en uzak yer, karşı köyün ip gibi akan çeşmesi değildi mesela. Bozkırın sarı dağlarında ruhlarını kanatlandırabiliyorlardı. En önemlisi de bana ait olması gereken ne varsa dünyaya adım attıkları anda sunulmuştu onlara. Varlığına tahammül edemediklerimin eksiklikleri canımı yakıyordu.  Öyle bir sıkışmıştım ki bedenimde, arkam karanlık, önümse muallaktı.

Almanya’dan gelen halamın getirdiği pembe, parlak rugan ayakkabılara kardeşlerim sevinçlerin en kırmızısını yaşarken, içime akan göz yaşları, annemin etimi burmasıyla gerçeğine dönmüştü bir gün. Bir diğer halam evlenirken, köyün kızları gibi saçlarıma renk paletindeki en cart simleri dökmemek için kesmiştim küllü kahve saçlarımı. Dedemin kör makasıyla. Kırpa kırpa. Kafamda yeni saçlarım, üstümde dayıoğlumun beyaz gömleği, bacağımda giyilmekten tele dönmüş pantolonumla bıyıkları yeni terleyen oğlan çocuğuydum. Bıyığım yoktu da deldiğim yasaklar vardı.

Deldiğim yasaklara bir yenisini eklediğim gün, kömbe yapılan gündü.  Soğuktu, buzdan daha maviydi ortalık. Annem tandırın karşısında, ateşin harını artırmak için ha bire gazel itekliyor, maşayla deşiyordu elinin uzandığı her yeri. O deştikçe, alevler yükseliyordu. Biraz sarı, biraz turuncu, çokça kırmızı. Çıtır çıtır sesler geliyordu. Sanki közün içinde yanan gazeller dile gelmiş “yakma beni” diye yalvarıyordu, öyle bir çıtırdama. Canının yandığını düşündüğüm hiçbir şeye bakamadığım gibi ateşe de bakamadım. Korktum. Başka, bambaşka şeyler uyandı aklımda, kaçıp gitmek istedim bir an önce.

Yapılacak iş varsa yokluğum hissedilirdi benim. Gelenin gidenin ayağına yapışan, kurtulmaya çalışanların tekmelediği poşetten farksızdım çünkü. Poşet ağırlığında olanların kaçışı da kolay oluyormuş, deneyerek öğrendim. Saçlarımı kestiğim odaya kaçtım o gün. Heyecanla korkunun iç içe geçtiği, daha önce tatmadığım duyguları tattığım yerdi bura. Saçlarımdan kopan her tutamın tuhaf bir haz verdiği mabet, ait hissetmediğim bu bedeni yavaş yavaş terk etme mekanım, kambur gibi sırtımda taşıdığım ne varsa kurtulmaya çalıştığım küflü oda.

Oda buz gibiydi, ya da sıcaktı. Anlayamıyordum. Hem terleyip hem üşüyordum. Karanlıktı. Tavandan yerlere saman üğünmüş, her yeri toz içinde bırakmıştı. Bir de yanmış üzerlik kokuyordu. Annem yakmış, nazar için. Bendeki bu değişikliği nazardan sanıyor ya… Ürperdim. Dün gece rüyamda gördüğüm surete kavuşmanın karşı konulmaz isteği içimi titretiyordu. Ondandı bu ürpermelerim.

Hamamlığın yanındaki tel dolapta babamın tıraş takımları vardı. Dedemden, babamdan izleye izleye, beynime kazıdığım eylemi gerçekleştirecektim az sonra. Tuhaftım, kırık ve yarımdım da. Kalbimdeki gümbürdemeye kulak tıkayarak, tutulmaya hayrı kalmamış, köhne jileti aldım elime. Huşu içinde tıraşlamaya başladım suratımın muhtelif yerlerini. Bitince rüyamdaki çehreye kavuşacaktım ya güya. Kesiyordum. Kestikçe, yüzümün tuzlu teriyle paslı demir kokan kanı birbirine dolandı. Dolandı. Heyecana bulanmış korku doldu odaya. Öyle keskin.

Bir tarafım camide duyduğum sözlerden ötürü yaralı kuş gibiyken, diğer tarafım beni bildim bileli hissettiğim bedene doğru koşuyordu. Elimde mızrak dört nala, cesur bir savaşçı gibi. Babamın çürüksü kokusu gelince birden, hızım kesildi.  Keşke sümüklü böcek olsaydım, kabuğuma çekilirdim. Değildim. Babama tosladım. Çarparak durabildim.

Aynı odanın farklı noktalarından birbirimizi izliyorduk babamla. Ben ceylandım, o avcı. Bıçağını biliyordu babam. Az sonra kalbimi söküp kötü kalpli kraliçeye verecekti. Kendinden başkasına zararı olmayan ben, kırpılmış erkek saçları, kana bulanmış sinek kaydı tıraşıyla babamı harekete geçirmeyi başarmıştım. Şüphe düşürmüştüm zihnine, ayrık otu gibi. Diğerlerine zarar vermemesi için bu otu yolup atacaktı. Atmadan önce, erkeklere edilen küfürleri etmeye başladı bismillah niyetine. Peş peşe, nefes almadan. İçimi sahici bir mutluluk kapladı, kabullenmiş miydi beni? Ondan mıydı bu erkek küfürleri? Gülmeye başladım. Öyle gülüyordum ki, çığlıklarım yankılanıp tekrar kulaklarıma doluyordu. Babam bağırdıkça gülüyor, küfrün hakaretin bin bir tonu suratımda patladıkça kahkahalarım odayı çınlatıyordu. Kahkaha attıkça gözlerimden süzülen yaşlar jilet kesiği yerlerime doluyordu.

Cenderede kalmıştım. Babam poyraz gibi savurduğu küfürlerin meltemi olarak ellerini kullanıyordu. İmdadına kemeri yetişti.

İnsanoğlu ne kadar yardımcı kuvvet kullansa da yoruluyor bir noktada. Babam da yoruldu. Pes etti. Tükürdü beni uzağa.

“Git,” dedi sonra. Kısa ve kupkuru, “Git.” Üç harf tek hece.

 “Öbür dünyamı yakacaksın!”

Öbür dünyasının yanmasıydı tek korkusu. İçindekileri dışarı savurunca günahlarının azaldığını düşünüyor, “Ben uyardım, benden çıktı gayrı,” diyerek vicdanını rahatlatıyordu. Böylelikle kurtaracaktı paçayı. Sıraladı gelişine “Ben onun hangi günahının sonucuydum?  Allah belamı versindi. Ne ölüsüne ne dirisineydim bundan böyle.  Onun böyle bir kızı yoktu!”

Babam haklıydı, onun benim gibi kızı hiç olmamıştı. Akşam alacasında soğuk bir rüzgâr esti. O rüzgâr, tandır damından kömbe kokuları getiriyordu, yağlı kömbe.

Oğlan, son incelemelerini de tamamlıyor, kömbe ikramından da konuşmaktan da vazgeçiyor Yüzümü yola çeviriyorum tekrardan. Sağ elimde, babamın beni kovduğu gün yanıma aldığım çakmağı duruyor. Nereden baksan sekiz seneyi geçmiş. Onu son görüşümmüş. Saate bakıyorum cenazenin kalkmasına daha epey var.

Burcu Karacan Gündüz