Öykü

Tava

Tava

8 Mar 2024

Tava

Bulaşık yıkarken üniversiteden arkadaşımız Şermin geldi aklıma. Kanser olmayalım diye kap kacağı iyice durulamamız gerektiğini söylerdi. Kıçının arasına giren mavi kotuyla, uzun düz saçlarıyla, solgun yüzüyle bir Tim Burton karakteri gibi soğuk biriydi. Buyurgan olduğu kadar da kaprisliydi. Yurtta bütün kızları koğuş ağası tavırlarıyla ezmekten, küçümsemekten zevk alırmış. Valla karımın yalancısıyım.

Bizim hanım, amacı neydi bilmiyorum; bulaşık makinasına konulmaması gereken iki tava almış. Onları yıkamakla beni görevlendirdi. Tavaları yıkarken köpüklerin oluşturduğu şekil Şermin’in silüetini andırıyordu. Köpüklerde Şermin’i kovalarken Sokrat geldi aklıma. Hani karısıyla ilgili bir şeyler söylemişti de erkeklerin çok hoşuna gitmişti. Filozof olmadığım kesindi ama ev erkeği olmama ramak kalmıştı. Şunu da belirteyim tavaları yıkarken oluşan su sesi, köpüklerin dolaşımı, ellerin uyumlu çalışması, gözlerin lavabo sınırlarının dışına çıkmaması beyni olumlu yönde etkiliyor. Artan düşünsel aktivite; insanın kafasındaki kötünün bulaşık suyu gibi akmasını sağlıyor. Hiçbir şey akla takılmıyor. Lavabo tıkanmadığı sürece.

Zihnim yıkanıp arınınca salondan gelen haberlere kulak kabarttım. Hamas, İsrail’e füze atmış. Elimde bulaşık eldivenleri bir göz atmak için salonun kapısından baktım. İsrail de altta kalmamış Gazze’yi bombalamış. Her iki taraftan yüzlerce insan ölmüş. Farklı iki dine göre şehit olmuşlar. Son dakika; İsrail bir hastaneyi vurmuş.

Televizyon ekranında iki mütekait general ellerinde çubuklarla vadedilmiş topraklar üzerinde çelik çomak oynuyorlardı. Programı yöneten kadın kırmızı elbisesinden fırlamak üzere olan koca poposuyla kıçın kıçın haritanın soluna doğru bir ileri bir geri hamleler yapıyordu. Generallerin sözünü keserek; “A lütfen bırakın da moderatörlüğümü yapayım,” dedi. Herkes kendini şöyle bir topladı. Acilen İstanbul’a bağlandılar. İsrail konsolosluğunun önündeki gruptakiler, “Hilafet isteruk!” diye slogan atıyorlardı.  Hilafetin İsrail ile ne ilgisi vardı? Anlamadım. Aynı anda konsolosluğa havai fişek de atıyorlardı. Polis üzülerek müdahale etti ve ne kadar üzüldüklerini yüksek sesle anons ettiler. Birden ses gitti. Gözüm altta akan haberlere kaydı. Eylül ayında yurt genelinde otuz iki kadın öldürülmüş. Ünlü mafya lideri Kazım Kıpırdak, üç yüksek rütbeli memurla yemek yerken magazin basınına yakalanmış. Memurlar; yer yoktu, mecburen şahsın yanına oturduk, diyerek kendilerini savunmuşlar. Cehape’de değişmeyen değişkenlerin değişmesi için değişim başlatanlar topluca Eyüp Sultan’a gitmişler. Bir gazeteci katalog suçlara girmeyen bir suçun katalog suçlardan kabul edilmesi nedeniyle tutuklanmış.

Elimdeki bulaşık eldiveninden köpüklerin salondaki halıya damladığını gören karım bağırdı. Mutfağa döndüm. Tezgâhı toparlayıp çaktırmadan kitaplık odasına kaçtım. Kenara koyduğum piknik masasında çalışıyordum. Çünkü benim kitaplık odası dediğim kitaplarımın raflarda arzı endam ettiği oda; karımın ütü yaptığı, çamaşırları kuruttuğu, kablosuz ve kablolu elektrik süpürgelerinin olduğu, kedimiz Bella’nın kum kutusunun durduğu çok amaçlı bir odaydı. Buyurun masamı ve yerimi siz hayal edin.

Bulaşık koktuğumu fark edince, “Ben banyoya giriyorum,” diye seslendim. “Olmaz, daha dün duş aldın, su parası kaç lira geldi, haberin var mı,” diye yanıtladı beni karım. Çaresiz masamın başına geçtim.

Emekli olduktan sonra boş zamanımı yazarak değerlendirmek istedim. Sıradan insanların yaşamı kimseyi ilgilendirmiyor biliyorum. Zaten toplumun pek okumakla alakası da yok. Psikoloğa gideceğime yazayım dedim. Filmlerde gördüm, onlar da yazın diyorlar. Fırsat buldukça yazıyorum. “Günlük tutmak dangalaklıktır,” demiş Bukowski. Umurumda değil. Dangalak mangalak, benimki günlük sayılmaz. Karımdan gizli yazmaya başladım ama fazla sürmedi. Yakalandım. Açtı ağzını yumdu gözünü, “Deli misin be adam, abuk sabuk şeyler yazacaksın. Başımıza bela alacağız. Olur olmadık yerde paylaşacağından eminim. Ben seni bilmez miyim? Klavyenin kemiği yok. Hele senin gibi saftiriğin elinde, aman aman evlerden ırak. Edo dönemi tivitini unutmadım.”

Edo dönemi dediği; Japon edebiyatına merak sarmıştım. Onların Edo dönemiyle (1603-1868) ilgili bir şeyler paylaştım sosyal medyada. Karım ortalığı ayağa kaldırdı. Her an kapıyı polis çalacak diye günlerce diken üzerinde oturdu. Yahu dedim bir tane Edo dönemi var o da Japon tarihinde.

Çaresiz çözüm ararken karımın aklına müthiş bir fikir geldi. Cimer’e niye yazmıyorsun dedi. Hem iyi bir vatandaş olarak vatandaşlık görevini yapmış olursun hem de yazma güdünü güdersin. Aklıma yattı.

Yazdığım ilk olayı size şöyle özetleyeyim:

“Yaşadığım G. Semtindeki dolmuşçulardan şikayetçiyim. Sol işaret parmaklarını pencereden çıkarıp önümüzü kesiyorlar. Konuyu açarsam, bu sol el, sol işaret parmağının anlamı şu: Pardon ama önünüze çıkıyorum, yol vermeniz gerekiyor çünkü işaretimi verdim. Dolmuşçuların kendilerine özgü jargonu olduğunu, dolmuşun sol penceresini ve aynasını sahne gibi kullandıklarını herkes bilir, tanır, kabul eder. Ama bu sol işaret parmağı oldukça manidar. Her ne kadar dolmuşçular kendi alemlerinde “dalyan” gezseler de ben kendimi bildim bileli, ehliyetimi aldım alalı, trafik işaretlerinde ve işaretçilerinde böyle bir hareket görmedim. Ekte sunduğum tarih ve saatlerde, belirttiğim plakalı araçların şoförlerinden şikayetçiyim. Şikâyetim sadece kendi semtimin ilgili şoförleri için geçerlidir. Lütfen başka şoförler alınmasın.”

Size kısaca anlattım ama gayet güzel, ciddi ve resmi bir dilekçeydi Cimer’e gönderdiğim. Tabii biraz daha ayrıntılı örnekler de içeriyordu. Göndermeden karıma gösterdim, onayladı. Bir çıktısını aldım, dosyaladım. Çok mutlu olmuş rahatlamıştım. Bu iş beni sarmıştı.

Birkaç gün sonra karım heyecanla koşarak yanıma geldi. Elindeki gazeteyi adeta burnuma soktu. Haber şöyleydi: “Dolmuş şoförü cinayetinde garip ayrıntı. Öldürülen şoförün sol el işaret parmağı makatına sokulmuş olarak bulundu…”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Karım ağlamaya başladı.

Aradan bir hafta geçmişti. Henüz tedirginliğimiz geçmemişti. Ben mutfakta tavaları yıkıyordum. Öğle yemeğinden yeni kalkmıştık. Tam tavaları kâğıt havluyla kuruladım kapı çaldı. Resmi kıyafetli iki polisi salona aldık. Karım pembe yanaklı bir kukla gibi kesik kesik hareketler yapmaya başladı. Yavaşça kolundan tuttum, polislerle karşılıklı oturduk. Kıdemli olduğunu düşündüğüm polis gayet kibar konuşmaya başladı.

“Efendim bir şikâyette Cimer’e bir şikâyette bulunmuşsunuz…”

Karım aniden ayağa kalktı.

“Vallahi billahi bizim cinayetle bir ilişkimiz yok!”

Hemen müdahale edip yanıma oturttum.

“Ne cinayeti hanımefendi?” Polis işkillenmişti. Ne diyeceğimi, nasıl kıvıracağımı bilemedim.

Mecburen açıklamak zorunda kaldım. Sol parmak konulu şikâyetim üzerine vuku bulan cinayetin bizi şüpheli yapacağını adımız gibi bildiğimizi söyledim. Karım bu nedenle aşırı tepki gösterdi dedim. Ama, gerçekten cinayetle bir ilgimiz yok diyerek onları ikna etmeye çalıştım. Diğer polis bizim gerginliğimizin aksine hafiften gülüyordu. Konuşmasa boğazlayacaktım. Lafın gelişi canım.

“Komiserim, şeyi diyorlar. Geçen gün bir dolmuş şoförü ölü bulunmuştu ya. Şeyinde şeyi vardı.”

Komiser de gülmeye başladı.  Bizdeki ciddiyetin bozulmadığını görünce açıklamak zorunda kaldı.

“O cinayet değilmiş. Adam benzinliğin tuvaletinde hemoroidine bakım yapmak isterken kalp krizinden ölmüş.”

“Siz bize niye gelmiştiniz?”

“Şikâyetiniz üzerine Şoförler Derneği ile irtibata geçilmiş. Belirttiğiniz hareket ve davranışların yapılmaması konusunda şoförlere gerekli uyarılar yapılmıştır. İşte bu da tutanak; semtinizin bütün şoförleri imzaladı. Siz şu belgeyi imzalayın; şikayetinizin sonuçlandığına dair…”

M. Bülent Bingöl