Öykü

Gitti Yadigâr

Gitti Yadigâr

18 Şub 2024

Gitti Yadigâr

Deponun paslı kepenklerini güçlükle açtı Hasan ve emektar el arabasını çangır çungur gürültüyle çıkardı. Sıvası dökülmüş apartmandaki herkesin kullanılmayan ne kadar eşyası varsa giriş kattaki bu küf kokan yerdeydi. Karısı pencereden dikkatle bakıp belki yardıma ihtiyacı olur diye bekledi. Hasan yola çıkıp başını ‘tamam’ anlamında salladıktan sonra girebildi içeri. Böyle zamanlarda bir çocukları olmadığına üzülür, yardıma koşacak bir evlat hasreti çekerlerdi. Hastanelere, üfürükçülere gitmişler, çare bulamamışlardı. Sonunda, Allah’ın dediği olur, deyip iki göz odada kalmışlardı.

Hasan, artık buruşmaya başlamış ellerinin tüm gücüyle sokağın başındaki markete kadar sürdü üç tekerleklisini. Sabah arayıp da zar zor bulduğu zincirli antika saat aceleyle sokuşturduğu pantolonunun cebinden sarkmış, adımlarıyla uyumlu bir şekilde onunla sallanmıştı. Bacağına her çarpışında babasının ona bu saati verirken söylediği sözler aklına gelirdi.

“Belki sen de ileride iyi bir saatçi olursun, belli mi olur?”

İçini çekti, saati cebine tıkıştırdı.  Arabasını durdurup yan tarafına geçti. Marketin sahibi meraklı Şükrü de onun gibi güne hazırlanıyor, etrafa yayılan kokularla yeni gelen ekmekleri raflara diziyordu.

“Erkencisin Hasan abi, hayırdır?”

“Hava yağmurlu ya kaç gündür Şükrü oğlum. Dün salı pazarından son anda kurtuldum sırılsıklam olmaktan. Bugün de rahmet gelmeden çıkayım yola dedim.”

“Doğru valla Hasan abi, baksana bulutlar kara kara geliyor. Islanmazsın inşallah, hadi rastgele.”

Şükrü işinin başına döndüğünde Hasan da boyaları dökülmüş, rengi çoktan solmuş kırmızı arabasının üzerindeki eşyaları düzgünce yerleştirmeye başladı. Mavi emaye bir çaydanlık, üzeri çiçek desenli porselen fincanlar -ama asla takım değil-, kararmış alüminyum bir ibrik, eski bir tost makinesi, cam sürahiler, sarkıtları kırılmış bir avize. Silkeleyip katladıktan sonra üç kere öptüğü, eprimiş, üzeri gül işlemeli bir seccade. Her hareketinde, az önce karısıyla kahvaltıda yediği, hatta karısının, “Bak yine dokunacak sana, fazla kaçırdın şundan,” diye uyardığı ekşi çökelek tadı geldi ağzına. Umursamadı. Cebinden yıllardır çalışmayan saati çıkardı, ellerinin arasında gezdirdi. Yüzünde bir gülümseme belirdi. İçindeki merak çocukluğunda hissettiğiyle aynıydı. Kendi kendine sorup duruyordu; nasıl da bir yol kenarında bulmuştu bunu babam? Saati yerine geri koyup yola çıktı.  

Her zamanki gibi çarşının içine değil, yokuşu çıkıp sokak aralarına girmek istedi. Birbirine bitişik, renk renk evlerin olduğu bu yol üzerinde sıralanmış dükkanlar vardı. Esnafın bir kısmı yeni güne hazırlanıyordu. Hasan var gücüyle arabasına yüklenip yokuşu çıktı. Köşeyi dönerken başıyla bir iki dükkân sahibini selamladı. Tam o esnada pencereden sarkmış bir kadın bağırmaya başladı.

“Eskiciiii… Eskiciii... Dursana bi dakka! Ayol, duymuyor musun sen beni?”

Hasan, kadını duydu ama arabasının üç tekerini dengeleyip durması ve sese bakması zaman aldı. Bembeyaz, kıvırcık saçlı, tombul yanaklı, yanlarından boncuklu ipler sarkan gözlüğüyle bir kadın gördü.

“Buyur abla.”

“Ne ablası ayol sabah sabah? Oradan bakınca öyle mi görünüyorum?

“Pardon abl… Yani… Ağız alışkanlığı işte, kusura bakma.”

“Tamam, tamam.”

“Neyi beğendin, ne istersin? Bak, ne güzel tam sana layık fincanlarım var.”

“Yok, bir şey istemiyorum. Ama elimde bir şey var. Bir bak bakalım kaç para verirsin bu yadigâra?

Hasan kaşları çatık, istemsiz başını kaldırıp seslendi.

“Neymiş o?”

“Büyükannemden kalma bir vazo. Ama bize çiçek alan mı var ki işe yarasın?”

“Ben pek parayla eşya almıyorum aslında ama sepetin varsa bir yolla, bakarım.”

“Yoook, öyle sepetle salamam. Mazallah kırılır falan. Dur bekle, göndereceğim ben sana bunu. Sakın bir yere gitme.”

Kadın bir anda pencereden kayboldu ama tiz sesi açık pencereden sokağı inletmeye devam etti.

“Aliiii… Aliii… Oğlum duymuyor musun sen beni? İlk ders boş deyip oturdun kaldın şu televizyonun başında. Kalk, bak akşama annene babana söylerim seni. Aliii… Sana diyorum ananecim, kalk hadi, şu vazoyu al da aşağıya indir eskiciye. Hadi benim oğlum. Aferim sana. Dikkat et, bak koşma. Oğlum!”

Apartmandan elindeki cam vazoyla fırladı Ali. Dokuz yaşın cinliği, atikliği üzerinde. Demir kapı arkasından ‘güm’ diye kapandı. Dönüp bakmadı bile. Kadın yine pencereden seslendi.

“Oğlum. Ali. Yavaş!”

Ali aceleyle arabanın yanına geldi. Elindeki yeşil cam vazoyu eskicinin eline tutuşturup bir an önce eve dönmek istemişti ama hareketleri o kadar hızlıydı ki Hasan daha ne olduğunu anlayamadan vazonun ellerinin arasından kayıp gitmesi bir oldu. O da Ali de korkuyla bir adım geriye sıçradılar.

Sokağın her köşesinden bir anda ‘şangır’ sesi duyuldu.

Pencereden sarkan kadın elleri başında, yüzündeki kırışıklıklar üst üste binmiş bir halde bağırdı.

“Eyvah, gitti yadigâr!”

O sırada yoldan geçenler, bir iki meraklı esnaf dışarı çıkıp arabanın yanına yürüdüler. Hasan ayaklarının ucundaki cam parçalarından çocuğun bir yerine sıçramış mı diye kontrol ederken o ağlamaklı bir sesle sayıklayıp durdu.

“Allah kahretsin, şimdi ananem beni…”

“Dur oğlum, ne olacak, sana bir şey olmadı ya.”

Tertemiz okul önlüğüyle Ali’nin gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığında anneannesi yanlarına inmişti. Etraftaki izleyenlere aldırış etmeden girdi aralarına. Ali’yi omzundan tuttuğu gibi kenara çekti.

“Sen geç bakiyim şöyle.”

Hasan tam bir iki kelam edecekken kadın onu susturdu. Kapkara gözleri irileşti. Bedeninin yorgunluğundan beklenmeyen bir güçle açtı kocaman ağzını.

“Bir vazoyu elinde tutamadın mı sen? Beceriksiz adam. Ne olacak şimdi? Ben sana demedim mi büyükannemden kalma bu vazo diye.”

Hasan konuşmak için yaptığı her hamlede yerdeki yeşil cam parçalarını görüp vazgeçti. Hasan’ı başı önünde iyice iki büklüm olmuş halde gören esnaf girdi araya.

“Olmuş işte bir kaza.”

“İnsanlık hali, yani böyle de bağırılmaz ki ama, yeter artık be kadın.”

“Utan be kadın, şu adama bu yapılır mı?”

Kim ne derse desin kadın sakinleşmedi.

“Anlamam ben. Neyse ederi vazonun, verecek parasını.”

Hasan, dirseklerini arabasına dayadı. Kadının, esnafın konuşmaları kulağında bir uğultuya dönüştü. Gözleri, kenarda bekleyen Ali’yi buldu. İlk gördüğünden daha küçülmüş ufalmıştı. Birden kadına döndü.

“Tamam. Cebimde param yok ama ederi neyse vereceğim.”

Esnaf dükkanına çekildi, meraklı kalabalık dağıldı, Ali ikinci derse yetişmek için yola çıktı ve kadın evinde en sevdiği puf koltuğa oturup elindeki zincirli saati uzun uzun inceledi. Karısı Hasan’ı pencere önünde beklerken o yol kenarında bir tentenin altına arabasıyla sığışıp yağmurun dinmesini bekledi.

Eda Elbir Şimşek