Öykü

Dışarıda

Dışarıda

7 Şub 2024

Dışarıda


“Bunu böyle bilesin, Cihangir Efendi.”

Cihangir Efendi neyi, nasıl bilsindi? 

“Öyle bileyim,” dedi, otelden ayrıldı. Çıkışta sağa sola bakındı, sebepsiz, sağa doğru adımladı. Hapisten daha yeni çıkmıştı. İki haftadır avare geziyordu. Bilsem gelir miydim lan dünyaya! istemsizce söylediği bu sözlerden sonra duyan oldu mu diye etrafına bakındı, güya otelciye cevap yetiştiriyordu ama sözü kendisineydi. Cebindeki neredeyse suyunu çekmişti, varsa yoksa o da ancak bir iki gün boğazına yeterdi. Veririm falan, otelci Nuh dedi, peygamber demedi. Kısaca başka yerde sürün efendi! demişti.  

Ne yapacaktı şimdi, kul sıkışmayınca hızır… Yok, ne zaman yetişti ki imdadına! Yalnız bu düşüncesinden ar etti. O kadarcık da imanı kalmıştı. Günlerdir düşüncelerinde yer etmeye çalışan ama hep ötelediği şey, şu an dürtüyordu. Bu düşüncesine rey verdi, hapis, dedi, en iyisi hapis. Bir yolunu bulup girmeli, sataşmalı birilerine, olmadı, kırmalı camını çerçevesini, indirmeli bir dükkânın… Boş ellerine baktı, iki taş, şöylesinden büyücek, şangırt. Gerisini pek düşünmüyordu, kırdık işte lan, kafam bozuldu kırdım, canım sıkıldı kırdım, beğenmedim dükkanınızı, derim diye geçiriyordu içinden. Üstüme gelirlerse de bir iki tokat. Sen mi tokat atacaksın Cihangir? Atarım vallahi hem hapiste daha çok tutarlar. Cam kırmayla? Düşüncesi sekteye uğradı ya atmazlarsa içeri, bir daha kırarsın be herif, düşündüğün şeye bak, canını alacak değiller ya!  

Yolu üstünde, genelini işçilerin, çevredeki esnafın, üniversite öğrencilerin doldurduğu esnaf lokantasına girdi, mercimek çorbası söyledi. Kaşık bilemedin yirmi otuz kez ağzına gidip gelecekken belki altmıştan fazla gidip geldi. Bir şeyler düşünebilseydi, ne düşünecekti? Anasız babasız, çoluksuz çocuksuz, bunca zamandır eşsiz dostsuz. Hiçbiri olmayınca rey verdiği hapsi düşündü. Mahkûmlar çoktan kalkmıştı, kahvaltı için hazırlık yapıyorlardı, bu esnada da kimisi sigara içiyor, kimisi dünden bitiremediği, sonunu getiremediği kırk düğüm olmuş düşüncelerine kaç yıldır olduğu gibi başı önde kaldığı yerden devam ediyordu. Zordu böylesi düşünmek, al, ver; boşalt, doldur; kim için, ne için? Dışarıyı içeriden düşünmekle kim onarıp tamir edebilmişti ki? Olsun yine de düşünülürdü, belki de böyle böyle hepsi dışarısıyla bağlantılarını koparmamaya çalışırdı. Kendisi? Düşünse n’olacak? Hem bu yaştan sonra? İş desen vermezlerdi, aş desen birileri merhamet ederse belki. Suskundu bu yüzden, içinde dinleyecek bir şeyi kalmamıştı, ölü dense yeriydi. Şimdi işte düşünüyordu ama onlar gibi değil, tersine. Dışarıdan içeri nasıl gireceğini düşünüyordu. Çorbasını bitirince tasın dibine çakılı kaldı gözleri. Aslında zamanı gelince her şey bitiyordu ya da bitiriliyordu eninde sonunda. Yok, dedi, kafasından o düşünceyi kovdu. Bari, tanıdığın yok, tanımadığına böyle rezil rüsva etme kendini. Doğru ya, kendinle ilgili bir şeyden olsun gurur duy. Yaşadı, eceliyle… 

Belediyeye gitmişti, yerleri yokmuş. Sokaklar, denildi belediyeden, “Bak, sokaklar herkese açık. Biri elbette denk gelir, sana yol yordam gösterir, elinden tutar… Bizim millet merhametlidir be amca.” 

Düşüncelerini garson böldü. 

“Daha bir şey ister misin, beybaba?”

“Sağ ol.”

Demek ki yeterdi orada oturduğu, bir çorba içince ne kadar oturulur, hapisten çıktığından beri biliyordu. Hapisten arkadaşı “Al şunu,” demişti, cebine biraz para koymuştu, “birkaç hafta idare eder seni, al canım, al, utanma, çok değil, çay çorba parası…”

Kalktı, nereye gideceğini tayin etmekten uzak adımlarına bıraktı kendini. Bacakları hâlâ sağlamdı ama hapisten çıktı çıkalı nedense elleri titriyordu, yaşlılığına yordu bunu, artık herhangi bir zanaatın, dahası basit bir işin bile ucundan tutacak güçte değildi, istese de tutturmazlardı, yaşı epeyce vardı.  

İşte geldik, gidiyoruz, ihtiyarlık, ne yaparsın… Bankta bir süre oturup dinlenmek, yaşıtlarıyla hasbihal etmek geçti içinden. Tutan mı var seni Cihangir Efendi, var bir yaşlının başını ağrıt. Banklardaki yaşlıları göz ucuyla kesti, içi hiçbirine ısınmadı, kimsenin başını ağrıtmaya gelmez, kim bilir, kimin ne derdi var, yürü sen, yürü, nereye? Nereye olursa oraya, otele dönemeyeceksin, e bir köşeye de varıp oturmak istemiyorsun, yürü, canın çıkana kadar yürü… Ya akşam? Akşamın canı cehenneme, bir yer bulur, zıbarırsın zahir. 

Yorulmuştu, bir apartmanın önündeki merdivene oturdu. Gelip geçen rahatsız etti, biraz öteye, biraz beriye… 

“Beybaba, gel hele gel, gel de bir çayımızı iç.” 

Çağıran apartmanın altındaki çaycıydı. 

“Burada otur, gelip geçen rahatsız etmesin seni.”

Olur, dedi başıyla. Çaycının gösterdiği tabureye yerleşti. Çaycı çay sürdü önüne. 

“İç beybaba, iç, benden… Afiyet olsun…”

“Sağ ol.” 

Titreyen elleriyle çayı zar zor karıştırdı. 

“Burada mı oturursun?” 

“Yok, geçerken bir uğradım.” 

“İyi, iyi, hep beklerim.” deyip işinin başına döndü çaycı. Desem mi, diye düşündü, yatacak bir yer bulur mu bana? Çayını içip bitirince vazgeçti bu düşüncesinden, teşekkür edip ayrıldı. Gününü oraya buraya amaçsız yürüyerek eğledi, akşam oldu, şehir, ışıklarını yaktı.  

Biri görse deli, der diye cebinden çıkarmadığı iricek iki taşı evirip çeviriyordu. Bir kırtasiyenin önündeydi, kırtasiyeci eskilerdendi, şişirilmiş balonları içeriden cama asmıştı. Kısa süre balonları seyretti. Ağzıyla şişirmiştir, dedi, bu adamın camı kırılmaz, nefesinde bile alın teri vardır diyerek vazgeçti onun camından. Doğrusu, onun kendisini hapse göndermeyeceğini düşündü. Giyim mağazasını gözüne kestirdi. İçeride iki genç vardı, kendilerince konuşup hasbihal ediyorlardı. Taşları sıkı sıkı kavradı, avuçlarında yuvarladı. Gençlerin olması iyi, dedi, bu gece de evlerine geç giderlerdi, n’olurdu ki, bekleyenleri mi vardı, varsa da iş yüzünden derlerdi. Zengin hem bunlar, zarar olmaz. Gencin biri dışarı çıkıp sigara yakınca suçüstü yakalanmışçasına yüzgeri etti. Kızdı kendine. Bre yüreksiz Cihangir, atsaydın ya taşı… Gencin dayak atacağından mı korktun yoksa? Dayağa da katlanman gerek. Derin bir of çekip giyim mağazasından uzaklaştı, boş bulduğu ilk banka oturdu.   

Rahat değildi, yapacağı şeyden diğerlerinin bir şekilde haberdar olduğu sanısıyla ürkek gözlerle etrafa bakıyor, başını ansızın öne eğiyor, yine aynı şekilde kaldırıp gelip geçenlerin yüzlerinden kendi hakkında ne düşündüklerini okumak istiyordu. Bir ara bağırmak geldi içinden, kalkacaktı, kıracağım lan camı, var mı bir diyeceğiniz! Niye kıramıyorsun Cihangir ha, niye? Dışarısının alacalı bulacalı hâli seni esir mi aldı, aldı da nerede yatacaksın, karnını nasıl doyuracaksın, senin cesaretine de kafana da… Orada da akşam oldu, olmuyor mu Cihangir, orada da yaşıyor insanlar, yaşamıyor mu, sen kaç yıl yaşamadın mı, en azından bu duruma düşmedin, başını hiç değilse soğuk bir yastığa koyup… 

Bu düşünceler içindeyken çorapçı kaldırıma, gazeteden mamul tezgahını açıp çorapları özenle yukarıdan aşağıya sağdan sola sanki bir bulmaca gibi, temiz gazete sayfalarının üstüne serdi. Çorapları yayınca tütün kabilinden sigarasını çıkarıp yaktı. Bir çeyrek saat onu seyretti, o sırada bir müşteri iki çift çorap aldı. Kalktı, çorapçının yanına vardı. 

“Hayırlı işler olsun oğlum.” 

“Sağ ol beybaba, çorap mı lazım?” 

“Yok, bakıyordum öylesine.” 

“Neyine bakacaksın, bildiğimiz çorap bunlar.” 

“Diyeceğim, iyi midir kazancı?” 

“Ha, sen onu soruyorsun, hayırdır, yoksa sen de mi bu işi yapmayı düşünürsün?” 

“Daha değil ama söyle bakalım, iyi midir kazancı?” 

“Ne sen sor ne ben söyleyeyim, ortası işte…” 

“Bir adamın karnını doyurur mu?” 

“Yok be beybaba, çorap satarak adamın karnının doyduğu nerede görülmüş?” 

“Doyurmaz ha?” 

“Dedim ya, doyurmaz, geçindirmez, asıl işim bu değil, tekstildeyim ben, akşamları çoraba çıkarım.”

“Geçindirmez de…”

“Geç beybaba o işi, bu devirde çorap satmakla karın mı doyar, üstüne bir de kira falan varsa… Ha, dersen ki benim akarım kokarım var, yanında evim, o zaman hiç düşünme, tak koluna çantayı, sat.”

“Ya akar kokar yoksa?” 

“O zaman sittin sene aç kalırsın.” 

“Öyle ha!” 

“Öyledir beybaba, sanma ki şurada çok kazanıyorum, vallahi billahi mutfak masrafı çıksın diye, ben normalde çalışmasam bununla aç kalırım, satmam bile…” 

Ayrıldı çorapçının yanından. 

Akar kokar yok, doğru söylüyor, geçinilmez çorapla. Sattın haydi, nerede yatıp kalkacaksın, ne yiyip içeceksin? Hapiste yemişlerdir yemeklerini şimdi, herkes köşesindedir, sen koğuşu temizliyordun, az şey mi koğuş temizlemek, tuvaletleri yıkamak, hepsi niye? İki lokma için, adam yerine koyulmak için, orada olsan gece başını soğuk bir yastığa koyardın hiç olmazsa. Burada? Burada alın teri döksen ne olacak, rezilsin. Ar etmez misin koca Cihangir, orada onun bunun maskarası olup da ayak işlerini yapmakla? Niye maskaralık olsun be adam, o da alın teri hem sayıyorlar da bizi, beybaba yoruldun, otur, demiyorlar mı, yalan mı, sevip saymıyorlar mı, ikram etmiyorlar mı gelen giden nevaleden?.. Ye hele Cihangir Ağa, çekinme yahu demiyorlar mı… Bir de çay olurdu bu vakitte, Cihangir Ağa, derlerdi, eline sağlık. Kalbinin tam ortasında tüm bu diyaloglardan sonra bir şeyler sızladı. Orada da sürün, burada da… Bir farkı yok ki lan? İki damla yaş, kırçıl sakalını ıslattı. Eli taşlardaydı, daha da sımsıkı kavradı. Kır lan camları Cihangir, kır, dayak yesen de kır, dövseler de sövseler de kır! Orada titremezdi elin. Titriyordu muydu, Cihangir Ağa da ne yapar şu çayı, dediklerine göre titremiyordu. Kıracağım lan… Camını da çerçevesini de... Elleri her zamankinden daha çok titremesine rağmen giyim mağazasına doğru adımladı. 

Mehmet Akgül