Öykü

Abisi

Abisi

28 Oca 2024

Abisi


Kentin bir köşesinde öylece bırakılmış, kendine münhasır kuralları olan mahalleler olur; tek katlı, en fazla iki katlı gecekondu evlerle dolu olan. Yolları kavgalarda eksilmiş parke taşlarından, kaldırımları yollarıyla bir. İnsanları bulanık, kimliksiz, devrik.

Genç yaşta beyazlayan saçları, hafiften kendini belli eden kamburu, uzun bacaklarına kısa gelmiş pantolonu ve kim bilir kimin eskisi, ekoseli oduncu gömleğiyle Kenan. O mahallenin çocuğu. Anne kaçmış, baba belli değil, polis kaydı yok. İki göz ev, çingene güzeli eş, on altı yaşında kız çocuğu, bir de babası gibi bildiği Ahmet abisi. 

“İyi günler, abi. Müsaitsen girebilir miyim?”

“O nasıl söz abisi. Gel tabii. Dışarısı buz gibi. Kestane attım sobaya. Kısmetli adamsın valla.”

Yarısı demir, yarısı buzlu cam kapıyı hafifçe kapattı Ahmet abisi. Sağ eliyle odaya buyur ederken, Kenan’ın eskimiş montuna baktı. Yeni aldığı halının üzerinde dolaşan yırtık çoraplı ayakları izledi sonra, dayanamadı. Önce terlik iliştirdi Kenan’ın önüne, sonra montunu aldı. Kenan’ın elleri soba borusuna doğru yanaşırken, ayakları yünlü terliğin içinde kendine yer yapıyordu; düşünceliydi. Gözleri sobanın üstündeki delikten alevleri izliyor, düşünceleri o alevler arasında olgunlaşıyordu. 

“Kenan. İyi gözükmüyorsun. Neyin var?”

“Abi, nasıl desem.”

“Tek seferde, pat diye, oğlum. Derdini demediğin insan mıyım?”

“Öyle, Allah razı olsun abi. Bugün iş yerinde iskeleden düştüm. Allah’tan yeni kuruyorduk. En fazla bir metre.”

Yutkundu Kenan. Kendisinden konuşmayı pek becermezdi. En çok Ahmet abisiyle konuşurdu, o da bu kadardı. Gözlerini alevden kurtardı, abisinin gözlerinin içine baktı hüzünle. 

“Dur hele! Bir çay koyayım da öyle devam et. Korkutuyorsun beni be evlat! Canına zeval gelmedi inşallah.”

“Yok, şükür.”

Soba borusundan kurtulan eller çay bardağını sardı. Gönlünün soğukluğunu hissetti Kenan. Acaba, dedi; keşke, dedi; yok, dedi; olmaz canım, dedi; seviyor, dedi; ben de seviyorum, dedi. Her şeyi dedi lakin birkaç kelime daha ekleyip Ahmet abisine anlatamadı olup biteni. 

“Eee Kenan!”

“Şey işte abi. Doktora gittik oradan. Bir sürü test falan yaptılar. Patron da hala benim sigortayı yapmadı.”

“Ya Kenan, para mı lazım abisi sana? Düşündüğün para olsun.”

Bekledi. Elleriyle sardığı bardaktaki çayı boğazından mahrum bırakarak bekledi. Kestanelere ilişti gözleri, karnı guruldadı. Ahmet abisinin elinin para dolu sol cebine girdiğini gördü. Çayı beklemedi, kestanelere ilişmedi. Buğulu gözlerle seyretti Ahmet abisinin gözlerindeki tedirginliği, gömleğinin cebine ilişmiş mendili, montunu giydirişini, demir kapının açılışını… Emektar pabuçlarının aşınmış tabanlarına bıraktı ağırlığını, kaldırım taşlarını sayarak yürüdü, sokağın ayazında top oynayan çocukların arasından geçti, farkında olmadan kalelerini bozdu, küfürler yedi, duymadı. Doktor, dedi; ondan daha iyi kim bilir ki, dedi; bunca yıl, dedi; zaman, dedi; emek, dedi; sustu. Kapıyı çaldı, bekledi.

Çingene güzeli karşıladı onu en güzelliğiyle, konuşa konuşa Kenan’ın sessizliğini doldurdu. “En sevdiğin yemeği yaptım,” dedi, “çayın yanına en sevdiğin tatlıdan yaptım,” dedi, Ahmet abisi erzak bırakmış öğlen eve, öyle de dedi. İyi ki vardı abisi, onu da dedi. Üzerini değiştiren eşine yeni kıyafetler verdi. Yüzünü yıkarken havlusunu tuttu. “Şu çoraplarını dikeyim,” dedi.  “Bizim kız Ayşe ablalarda kalacak bugün,” dedi. Susmadı, kuşlar gibi cıvıldadı. Kenan’ın yüzü değişti, gözleri boşluğa baktı, çingene güzeli mutfağa gitti, tıkırtılar oldu. Alçak eşikten kafasını eğerek eşinin yanına vardı Kenan, sımsıkı sarıldı ona. Çingene güzelinin konuşmaları yerini inlemelere bıraktı. Kenan ağzını kapattı, güzeli uyudu, o sessizce üstünden atladı, parmaklarının ucunda yürüyerek oturma odasına gitti. Televizyon sehpasının hemen altına düşmüş, tanıdık bir mendil gördü. Mendili aldı, kapının arkasında asılı duran pantolonunun cebine koydu, telefonunu çıkardı, tek kişilik tek koltuğa oturdu. Doktorun raporunu açtı. Rapordaki yabancı kelimeyi parmaklarıyla büyüttü, Google’a “infertilite” yazdı.


Kubilay Özer